KÜRESELLEŞME ve KÜLTÜREL FARKLILIKLAR ÇERÇEVESİNDE ULUSAL KÜLTÜR
Prof. Dr. Emre Kongar
16 Mayıs 1997
Ankara
Küreselleşme ya da yabancı terminoloji ile "globalleşme", biri
siyasal, biri ekonomik, biri de kültürel olarak üç boyutu olan bir
kavramdır.
Küreselleşmenin siyasal ayağı, Amerika Birleşik Devletleri'nin siyasal
egemenliği ya da dünya üzerindeki siyasal jandarmalığı anlamına
gelmektedir.
Bu durum, bir anlamda Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra,
dünyanın tek kutuplu hale gelmesini de belirtmektedir.
Küreselleşmenin ekonomik ayağı, uluslararası sermayenin egemenliğine
işaret etmektedir.
Bu egemenlik bütün ülkeleri, örneğin Birleşik Amerika'yı da aşan bir
biçimde gelişmiştir. Kendi mantığı içinde, sermaye ve onun simgesi
olan marka bazında dünyayı, tüketiciyi ve tüm insanları
yönlendirmektedir.
Ekonomik olarak uluslararası sermayenin egemenliği bir yandan günlük
yaşam açısından dünyayı "birörnekleştirirken" öte yandan, ekonomik
verimliliğin, yani üretim verimliliğinin, dünya ekonomisindeki en
belirleyici ölçüt olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Böylece, gittikçe bütünleşen dünya ekonomisindeki rekabetin
belirleyici sonucu, üretim verimliliği kavramına bağlanmıştır.
Mikromilliyetçilik
Küreselleşmenin kültürel ayağı, birbirinden farklı, hatta biri ötekine
zıt iki ayrı sonuca işaret eder.
Birinci sonuç "mikromilliyetçilik" biçiminde ortaya çıkmıştır.
Son örneğini Yugoslavya olayında gördüğümüz, "mikromilliyetçilik"
akımları, ulusal devleti aşan ve onu daha küçük parçalar halinde
algılayan bir yapıya sahiptir.
Küreselleşme, en küçük bir kültürel farklılığı bile vurgulayarak,
elektronik medya aracılığı ile bunu tüm dünya kamuoyunun dikkatine
sunan, ayrıca siyasal açıdan, kültürel farklılıkların korunması
ilkesini demokratik hak ve özgürlükler alanının ayrılmaz bir parçası
olarak gören bir anlayışı yaygınlaştırmaktadır.
Küreselleşmenin kültürel ayağının ikinci sonucu, özellikle tüketici
davranışını etkileyerek, dünya çapında kültürel birörnekliğin önünü
açmış olmasıdır.
Küreselleşme olgusunun özellikle ekonomik ayağı, yani uluslararası
sermayenin egemenliği, bir yandan "marka cazibesi", öte yandan günlük
tüketim alışkanlıklarının denetlenmesi yoluyla, tüm dünyayı benzer
davranış kalıpları içine sokmaya yani tek boyutlu bir kültürel kimliğe
sahip olmaya doğru zorlamaktadır.
Küreselleşme bir süreç, bir olgudur.
İyiliği ya da kötülüğü belki tartışılabilir ama, kaçınılmazlığı
ortadadır. Bu çerçevede, bütün dünyayı etkileyen bu oluşumun
sonuçlarını iyi kestirmek ve ona göre davranmak çağdaşlığın ve
güncelliğin bir gerekliliği olarak ortaya çıkmaktadır.
Çokkültürlülük
Bir toplumu oluşturan bireylerin ve grupların dil, din, ırk, tarih,
coğrafya açısından farklı kökenlerden gelmesine dayanan çokkültürlülük,
tek bir siyasal birim halinde ve ortak sınırlar içinde yaşayan
toplumlarda söz konusudur.
Bu farklılıklar kimi zaman, çöken Sovyetler Birliği'nde ya da bugünkü
Amerika Birleşik Devletleri'nde olduğu gibi, değişik milletlere mensup
insanların bir arada yaşaması biçiminde de görülebilir.
Bu iki ülkedeki deneyimler, aslında çokkültürlülük kavramının siyasal
sonuçları açısından da oldukça öğretici olmuştur.
Toplumdaki çokkültürlülük olayını, bireysel özgürlükler bazında genel
toplumsal ve siyasal yapının bir parçası olarak algılayan ABD oldukça
başarılı bir uygulama ile, hem siyasal kimliğini hem de özgürlükleri
koruyan bir çizgi izlemiştir.
Buna karşılık Sovyetler Birliği, bireysel özgürlükleri hemen hemen yok
sayarak giriştiği deneyim çerçevesinde, sistemin karşılaştığı başka
tür zorlukların sonunda, dağılıp gitmiştir.
Sovyetler Birliği ve Yugoslavya deneyimleri bize, bireysel
özgürlüklerin güvencede olmadığı sistemlerde farklı kültürel
kimliklerin korunmasının ve geliştirilmesinin ister üniter ister
federal devlet yapıları çerçevesinde olsun, olanaklı olmadığını
göstermiştir.
Bireysel özgürlüklerin güvence altına alınarak, "anayasal bir
vatandaşlık bağı" çerçevesinde geliştirilemediği siyasal varlıklar,
bütünlüklerini koruyamamaktadır.
Ulus-Devletin Sonu mu?
Küreselleşme, teknolojideki, sermaye yapısındaki ve uluslararası
siyasetteki gelişmeler sonunda, dünyayı yöneten güçlerin bütün ülkeler
üzerinde, birörnekliğe doğru, karşı konulmaz bir baskı oluşturduğunu
vurguluyor.
Dünyayı yöneten güçler derken, sadece Amerika Birleşik Devletleri'ni
kastetmiyorum. Başta sermaye ve teknoloji olmak kaydıyla ekonomik,
siyasal ve toplumsal tüm güçleri vurgulamak istiyorum.
Küreselleşme teriminin ifade ettiği kavram, siyasal olarak ABD'nin,
ekonomik olarak uluslararası sermayenin, teknolojik olarak bilgi
çağının, tüm ülkeleri belki değişik oranlarda ama, hemen hemen aynı
karşı konulmaz güçle ve aynı yönde etkilediği.
Küreselleşmenin tüm etkilerini anlamak için bu olgulara, onlar kadar
kesin ve net olmamakla birlikte, insan hakları ve katılım
kavramlarının yaygınlaşmasını da eklemeliyiz.
Bu son kavramlar bizi, küreselleşme ile birlikte ve doğrudan
küreselleşmeye bağlı olarak keskinleşen bir başka oluşuma,
mikromilliyetçilik olayına götürüyor.
Küreselleşme, yukarda işaret ettiğim tüm karşı konulmaz süreçlerle
birlikte mikromilliyetçilik akımlarını da devletler üzerine adeta
empoze ediyor.
Böylece imparatorlukların dağılmasından sonra, yirminci yüzyılın en
büyük siyasal gerçeği olarak ortaya çıkan ulus-devlet olgusu hem
yukardan hem aşağıdan iki müthiş darbe yiyor.
Ulus-Devlet Zorda
Ulus-devleti yukardan sıkıştıran ABD'nin etkisi, uluslararası
sermayenin egemenliği ve bilgi toplumunun teknolojik yayılmacılığı
kavramları ile, onu aşağıdan zorlayan mikromilliyetçilik akımlarını,
bir siyasal komplonun parçaları olarak görmek, konuyu fazla basite
indirgemek olur.
Çünkü sözünü ettiğim oluşumlar, örneğin ABD'yi de aşan ve onu da
etkileyen süreçlerdir.
Her şeyden önce bilmemiz gereken nokta, küreselleşmenin karşı
konulmazlığıdır.
Küreselleşme ile başa çıkmak için su gibi akmak gerekir: Karşı
konulamayacak yerde yön değiştirmek ve hedefe doğru, zaman zaman
sızarak, zaman zaman da çağlayarak, ama hiçbir zaman amacı gözden
kaçırmadan akıp gitmek.
Peki, küreselleşme karşısında savunulacak olan hedef nedir?
Hedef, hem yukardan hem de aşağıdan gelen başkılara karşı,
ulus-devleti çağdaş ve etkin hale getirerek, kapsadığı siyasal
sınırlar içindeki tüm insanların refahını ve mutluluk düzeyini
yükseltmektir.
Niçin ulus-devleti korumak? Çünkü, bir ulus-devletin kapsadığı siyasal
sınırlar içindeki tüm vatandaşların refahını ve mutluluğunu gözetecek
başka bir güç, başka bir siyasal kurum, (en azından şimdilik) yoktur
da ondan.
Küresel jandarmalığa soyunan Sovyetler Birliği'nin ve onun devamı olan
Rusya'nın eskiden Doğu Avrupa'da ve şimdi Kafkaslar'da yaptıkları ile
bugünkü jandarmalığı yüklenmiş görünen ABD'nin Vietnam'daki
marifetleri henüz belleklerde çok taze.
Mikromilliyetçiliğe gelince eski Yugoslavya'da ve Afrika'daki pek çok
ülkede olup bitenler, kabile, ırk, din ve milliyet bağlamındaki
mikromilliyetçilik hareketlerinin, bir ulus-devlet otoritesinin
yokluğunda nasıl bir katliama dönüştüğünün en güzel örnekleri.
Nasıl Bir Ulus-Devlet
Burada gündeme gelen ilk konu nasıl bir ulus-devlet? sorusu.
Herhalde, ırk gibi, din gibi, mezhep gibi, özellikle
mikromilliyetçilik akımları çerçevesinde birleştirici olmaktan çok
ayırıcı işlev yapan kavramlara dayalı bir milliyetçilik değil,
vatandaşlık bilinci gibi, topyek>û n kalkınma atılımı gibi
bütünleştirici anlayışlar üzerine kurulu milliyetçiliğe dayalı bir
ulus-devlet.
Biraz önce yukarda değindiğim biçimde, küreselleşmenin teknolojik
devrimini bütünüyle kullanabilecek, uluslararası sermayenin
egemenliğine, kendi sermayesini ve işçisini destekleyip güçlendirerek
yön vermeye çalışacak, insan hakları ve katılım beklentilerini tüm
vatandaşlarının tüm etkinlikleri için ilke kabul edecek bir devlet.
Kültürel Kimlik
Bireylerin kültürel kimlikleri, onlar üzerinde bağlayıcı olduğu oranda
bireysel özgürlükleri sınırlandırmakta, ama aynı ölçüde bir kimlik
kartı işlevini de yerine getirmektedir.
Kültürel kimlik ile bireysel özgürlük arasında, bireyin tutum ve
davranışlarının farklılıklarına izin verilen "manevra alanının"
genişliği açısından tersine bir korelatif ilişki söz konusudur.
Bir başka deyişle, sert bir kültürel kimlik, bireyin, ait olduğu
kültürel kimlik açısından yapması beklenen tutum ve davranışları büyük
ölçüde kendisine empoze eder ve böylece "bireysel özgürlükler alanı"
önemli ölçüde sınırlanmış olur.
Buna karşılık yumuşak bir kültürel kimlik, bireyin tutum ve
davranışlarına daha az müdahale ettiği için, onun "bireysel
özgürlükler alanını" daha geniş bir çerçeveye taşır.
Burada, bir kültürel kimliğin "militanı" kimliğine bürünen birey,
kendisini öteki kültürel kimlik sahiplerinden ayırmak için kendisinden
farklı tutum ve davranışları önemli ölçüde olumsuzlama çabası içine de
girer ve böylece toplumsal etkileşimi önemli ölçüde zedeleyici bir
oluşum ortaya çıkar.
Buna karşılık, yumuşak bir kültürel kimliği savunan birey, aynı toplum
içinde yaşadığı öteki kimlik sahiplerine de hoşgörü ile bakma
eğilimindedir.
Böylece yumuşak kültürel kimlik hem o kimlik sahibi olan bireyin
özgürlük alanını daraltmaz, hem de öteki kimlik sahipleriyle bir arada
yaşama dürtüsünü kısıtlamadığı için, toplumsal etkileşim miktarı
kısıtlanmamış, dolayısıyla toplumun işleyişi bozulmamış olur.
Anayasal Vatandaşlık
Son günlerde Türkiye'nin gündeminde yeniden tartışılmaya başlanan
"Anayasal vatandaşlık" kavramı, ulusal devleti, din, dil, ırk gibi
tarihten ya da coğrafyadan gelen "kültürel kimlikler" yerine, mensup
olunan ülkenin siyasal kimliğine ve bu ülkenin "eşit haklara dayalı
vatandaşlığı" kavramına bağlayan bir anlayışı dile getirmektedir.
Dil, dil, ırk gibi, yukarda da belirtilen biçimde, başka kimlikleri
dışlayarak kendi kimliğini güçlendirme eğilimi taşıyan ögeler, ulus
devlet oluşumu içinde, öteki kimliklere karşı duyarsız, hoşgörüsüz,
hatta düşmanca tutum ve davranışlar içinde olan militanlar elinde
toplumsal etkileşimi engelleyici bir işleve doğru kayabilir.
İşin kötüsü bu kayış, ulus devleti oluşturan asıl ögelere, yani o
toplumun çoğunluğunun mensup olduğu dine, ırka ya da millete dayalı
olarak ortaya çıkabilir.
İşte o zaman ırka ya da dine veya milliyete dayalı bir "çoğunluğun
baskısı" yani bir "faşizm" ya da diktatörlüklerin en korkuncu olan
"çoğunluğun diktatörlüğü" kavramı, tüm toplumu bir ortaçağ
karanlığının boyunduruğuna alır.
Tabii böyle oluşumun, derhal o toplumun içindeki öteki din, dil, ırk
ve benzeri ayrımlara göre filizlenen "kültürel kimlikleri" de aynı
baskıcı ve şiddete dönük yola iteceğini görmek için k>â hin olmaya
gerek yoktur.
Ayrıca, çoğunluğun mensup olduğu kimlik kullanılmasa bile, kimi zaman,
azınlıkta kalanların kültürel kimliğini çoğunluğa empoze etmek ya da
bir kültürel kimliği şiddete ve teröre başvurmanın gerekçesi olarak
kullanmak derhal, "zincirleme reaksiyon" ile, içinde yaşanılan toplumu
bir kan deryasına dönüştürebilir.
İşte tam bu noktada, "Anayasal vatandaşlık" kavramı, "yumuşak" ve
"birleştirici" bir "kültürel kimlik" olarak ortaya çıkmaktadır:
Bir toplumu oluşturan tüm bireylerin ve farklı grupların, din, dil,
ırk ve benzeri köken farkı olmaksızın, devletin önünde eşit muamele
gördüğü, ülkenin kamu hak ve olanaklarından eşit olarak yararlandığı,
bu nedenle de üyesi olduğu devletle özdeşleştiği bir "Anayasal
vatandaşlık".
Türkiye'de Durum
Anadolu toprağı pek çok farklı uygarlığa beşiklik etmiştir.
Bu nedenle de gerek geçmişte, gerekse bugün, bu topraklar üzerinde
din, dil, ırk ve benzeri kökenler bakımından çok değişik kimlikler
taşıyan insanlar kimi zaman barış içinde, kimi zaman birbirleriyle
savaşarak, ama her zaman "birlikte var olmuşlardır".
İşte Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu genç Cumhuriyet, tüm bu
toprakların ve bu insanların, bu uygarlıkların mirasçısıdır.
Dolayısıyla, biz bütün bu insanlık birikiminin mirasçıları olarak,
onları hem korumak hem de gelecek kuşaklara aktarmak zorundayız.
Pek doğal olarak, tarihten gelen "talihli" ya da "talihsiz" ilişkiler
bugünü de etkilemektedir.
Örneğin Ermeni yurttaşlarımızla, tarihten gelen "talihsiz" ilişkiler
söz konusudur.
Buna karşılık aynı tarih, Musevi yurttaşlarımızla "talihli"
ilişkilerin birikimini yansıtmaktadır.
Atatürk'ün kurduğu genç Cumhuriyet, bugünlerde yine gündeme gelen
"Anayasal vatandaşlık" kavramına dayalı, çağdaş bir ulus devlettir.
Çağdaş ulus devletler, tek bir ırkın ya da tek bir ulusun öteki
kültürel kimlikleri bastırması üzerine kurulmamışlardır ve
varlıklarını böyle bir baskı ile sürdüremezler.
Tam tersine her ulus devlet, vatandaşlarını oluşturan farklı kültürel
kimliklerin renkliliğini ve çeşitliliğini, devletin ve o devleti
oluşturan toplumun güzelliği ve gücü olarak geliştirdiği oranda,
refahı ve kuvveti artar.
Önümüzdeki İki Tehlike: Bölünme ya da Benzeşme Yoluyla Yok Olmak
İşte küreselleşme, farklı kültürleri bağrında barındıran bir toplum
açısından iki tehlikeyi gündeme getirmiştir:
Bunlardan biri Yugoslavya örneğinde olduğu gibi bölünme yoluyla yok
olmaktır.
İkinci tehlike de, küreselleşmenin birörnekleştirici etkisiyle yok
olmaktır. Bütün dünya büyük bir hızla aynı tür köfte yiyen, aynı marka
ayakkabı giyen bir kültüre doğru hızla yol almaktadır.
Çözüm: Farklılıkları Zenginleştirerek Bütünlüğü Korumak
Bu iki büyük tehlikeye karşı, özellikle bireysel özgürlükleri güvence
altına alıp yayarak, toplumun etkileşimini güçlendirerek kültürel
farklılıkları ve siyasal bütünlüğü korumak tek çıkar yol gibi
görünmektedir.
Geçmişimizi yadsımadan, ama gereken yerlerde ondan dersler alarak,
güncel özgürlükleri eşitlik ve adalet ilkeleri çerçevesinde
yaygınlaştırmak ve güçlendirmek bu çözümün en önemli yöntemidir.
Bireysel özgürlüklerin güvencede olması, hiç kuşkusuz farklı kimlik
mensuplarının tutum ve davranış alanlarını zenginleştirerek, hem
farklı kültürlerinin bir arada yaşamasını hem de birbirlerine hoşgörü
ile bakmasını sağlayacaktır.
Bu arada özenle sakınılması gereken nokta, sadece kültürlerarası
düşmanlıkların körüklenmesi değil, aynı toplum ve aynı devlet içinde
farklı hukuk sistemlerinin uygulanması gibi, ayrımcı düzenlemelerdir.
Cemaatlerin kendi inançlarına göre farklı hukuk düzenleri
oluşturmaları, toplumu derhal böler.
Lübnan örneği unutulmamalıdır.
Kendi din, dil ve ırk özelliklerini, üzerinde yaşadığı topraklar
çerçevesinde dünyadaki öteki benzerlerinden farklı geliştirmiş olan
Anadolu insanının bu hedefi gerçekleştirebilecek deneyim birikimine ve
sağduyuya sahip olduğuna inanıyorum.