Ziya Gökalp’in sosyolojik sistemi üç ehemmiyetli kavram üzerine
kurulmuştur. Sistemin temelinde örf, gövdesinde hars ve üst kısmında
da mefkure kavramları ve bunların muhtevaları yer alır.
Gökalp sisteminin temelinde yer alan kilit noktalarından birini
meydana getiren örf kavramı mükellefiyet (yani bir işi yapmaya mecbur
olmak) ve müeyyide (kanun ve nizamlara itaatsizlik cezası) kavramları
ihtiva eder.
Örf’e büyük önem veren Gökalp ilkin örf ile adetin birbirinden ayırt
edilmesi gerektiğini ve genellikle örf ve adetin karıştırıldığını
söyler. Gökalp diyor ki; “Bazı adetler örftür, bazı örfler adettir,
fakat her adet örf olmadığı gibi her örf de adet değildir”. Burada
şunu anlatmak istemiştir: Öyle haller olur ki davranışları ve sosyal
hareket tarzlarını kontrol eden durumların bazılarında örf ön planda
yer alır, fakat temeldeki adeti de görmemezlikten gelemeyiz.
Adet ile örf arasındaki farkı belirtirken Gökalp her adetin örf
olmadığına işaret eder. Çünkü, adetlerin kesin olarak geçerli olanı da
var, istenmemiş olanı da var.
Gökalp sisteminde adeti örften ayıran en ehemmiyetli özelliklerden
birisi de budur. Yani adetlerde geçerli olanı da, beğenilmeyeni de
olduğu halde örflerde bu ikili durum söz konusu olamaz.
Bir sosyal kaidenin örf olabilmesi için açık ve seçik olarak cemaatin
bünyesinde ve yaşayışında ortaya çıkan sosyal vicdan ile iç içe olması
gerekir. Cemaatin vicdanı örf ile yükselen güçlü bir sesi olduğu
takdirde şahıs üzerinde baskısını duyurabilir. Bunu gören Gökalp örf
için şunları söylüyordu: “Örf ise cemaatin tatbiki ahlakından ve
yaşayışında görünen içtimaî vicdanıdır.
ZİYA GÖKALP’TE CEMAAT ANLAYIŞI
Ziya Gökalp sisteminde cemaat sosyal yapısına geçiş sosyal gerçek ile
olmaktadır. Bir kaidenin sosyal olabilmesi için fertlerin hem hayati
tabiatı haricinde hem de iradesi üstünde bulunmak lazımdır diyen
Gökalp’e göre ferdin hayati tabiatından çıkan fiiller sosyal olamaz.
İçtimai kaideler ferdi iradelerin fevkindedir, çünkü ferdin iradesi
kendi mizacının, seciyesinin bileşkesidir. Her fert ayrı bir mizaca,
ayrı bir seciyeye sahip olduğu için ferdi iradelerden çıkan ameller
yeknesak bir şekilde bulunamazlar ki, bir kaide maliyetini haiz
olabilsinler.
Gökalp’ın da sisteminde kabul ettiği gibi, cemaat kendini meydana
getiren fertlerde mevcut olmayan özel bir sosyal bünyeye sahiptir.
Tekelilerin beyan olunan halleri Hayve Türkmenlerinin son derecede
müsavatçı, demokrat olduklarını gösteriyordu.
Burada görülen tabii ve canlı hukuk o cemaatin kendi bünyesinden
doğmaktadır. Bu hukuk örf ile takviye olmaktadır.
Cemaat tipi sosyal yapıların muhtevası ne olursa olsun genel
karakterleriyle aynıdır. Bu muhteva din olabildiği gibi, lisan da
olabilir. Kader birliğini yaratan fonksiyonlarda cemaatin muhtevasında
yer alır. Sonuç olarak muhteva sosyal bünyede cemaat tipi sosyal
yapıyı oluşturur.
HAKİMİYETİN TİPLERİ
Hakimiyet unsurunun girdiği her yerde cemaatliğinin parçalandığı
görülür. Üst ve alt tabakaların meydana geldiği andan itibaren cemaat
tipi yaşamdan bahsedilemez. Hakimiyet her zaman insanları altlı üstlü
bir sıralamaya tabi tutmuştur. Hakimiyet tiplerinin insanî olanı
demokratik bir iradeye dayalı bulunanıdır.
Türklerdeki hakimiyet tiplerini Ziya Gökalp şu sıralamaya tabi tutar;
TUDUNLUK, YABGULUK, HAKANLIK, İLHANLIK, İMPARATORLUK.
Tudunluk:
Tudun aşiret reisidir. Dağılma halleri müstesna olmak üzere, bağımsız
aşiret olmadığı gibi bağımsız tudun da yoktur. Tudunluk, ekseriyetle,
yabgulara tabidirler.
Yabguluk:
Eski Türklerde tudunların üstünde olan ve bütün ilin üzerinde ferdi
hakimiyet icra eden siyasi reise yabgu derlerdi. Tudun boy beyi
demekti. Yabgu da İl Beyi manasında idi.
Gökalp’ın izahatından anlaşıldığına göre, sosyolojide çok iyi bilenen
karizmatik hakimiyet tipi ile başlayan büyük hakimiyet, daha sonra
ananevi hakimiyete dönüşüyor.
Hakanlık
Hakanlıklar, ekseriyetle bir ecnebi devletinin geçim yeri ve dayanak
olarak kabul ederek teşekkül ederdi.
İlhanlık
İlhan, hakanlar hakanı demektir. Hakanın haiz olduğu selahiyetleri
ilhan daha fazlası ile haizdir.
İlhanlıkta kökü olan İl’e ve hakanlığa dayanır. O da hakanlık ve
yabguluk gibi, demokratik ve cumhuri illerden doğmuştur.
Gökalp’in sistematiğinde, bu sistematiğin temelini Türk Devletinin ve
milletinin tekamülü teşkil etmektedir ki, devlet aşiretten başlayarak
gittikçe genişleyen ve iç içe kutular halinde büyüyen ilhanlık ve
sultanlıklara kadar yayılmaktadır. Böylece büyük devletler,
imparatorluklar doğmaktadır, daha sonra da milli devletler meydana
gelecektir.
Aşiret
Türk aşiretleri gittikçe birlik ederek küçük, il, orta il, büyük il ve
en büyük il safhalarından geçtiği gibi.
Oğuzlarda aşirete “öz” denilirdi. Türklerde müstakil aşiretler yoktu.
Her aşiret mutlaka bir ilin içine girip onun bir uzvu olmuştur.
Yukarıdaki ifadelerden anlaşılıyor ki, aşiret, devleti oluşturan bir
özdür. Bu küçük cemaat tipi sosyal yapıda devletin ilk unsurları
bulunmaktadır.
MİLLET
Millet, lisanca dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı
terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.
Gökalp’te içtimai vicdandan, milli kıymetler doğuyor, çünkü içtimaî
vicdan, Gökalp sisteminde aynı zamanda örf’tür.
Millet, mefkurevi bir cemiyet olup hiçbir kavimde tamamıyla tecelli
edememiştir.
Millet, şahsiyetini tam olarak kazanmış bir içtimai zümredir. Milletin
şahsiyeti de zaman zaman buhranlı onlarda dahilerde, büyük
şahsiyetlerde şuurlu olarak ifadesini bulur. Kavim ise kavimi devlet
bünyesi içinde henüz şahsiyetini bulamamış bir zümredir. Ne zaman
kavim şahsiyetini kazanırsa o zaman millet olma yolunu tutmuş olur.
Netice olarak millet hakkında Ziya Gökalp şu hükme varır: “Milletler,
medeniyet itibari ile tecanüse doğru gidiyorlar, fakat hars itibari
ile birbirinden uzaklaşıyorlar. O halde beynelmilliyeti medeniyetle,
milliyeti ise harsta aramak lazımdır.
Millî Vicdan
Kavimleri, müstemleke olma durumundan kurtararak duygu ve düşünce
muhtevası milli duygunun temelinde yer alan milli vicdanda
bulunmaktadır. “Milli vicdan nerede teşekkül etmişse artık orası
müstemleke olmak tehlikesinden ebediyyen kurtulmuştur.
Manevi duyguların ve düşüncelerin millî kıymetlerle olduğu her yerde
millî vicdan teşekkül eder.
Millî Devlet
Artık yüzlerce milletlerden mürekkep olan suni camiaların devamına
imkan kalmamıştır. Bundan sonra, her millet ayrı bir devlet olacak,
mütecanis, samimi, tabi bir cemiyet hayatı yaşayacaktır.
Gökalp, Türklerin millî devleti hakkında şöyle diyordu: “Mefkure,
istikbalin halikidir. Dün Türkler için hayali bir mefkure halinde
bulunan Millî Devlet, bugün Türkiye’de bir şe’riyet halini almıştır.”
Mefkure
Bir millet büyük bir felakete uğradığı, korkunç bir tehlike karşısında
bulunduğu zaman fertlerindeki şahsiyetleri bel eder (yutar, emer): O
zaman umumun ruhunda yalnız <Milli Bir Şahsiyet> yaşar, bütün
kalplerde bu <Milli Şahsiyeti> idame etmek tehalükünden başka bir
duygu kalmaz. Bu kargaşada fertler kendi hürriyetlerini değil,
milletlerinin istikbalini düşünürler. İşte o muazzez duygu ile karışık
olan bu mukaddes düşünceye mefkure denilir.
Bir millet tehlikede kaldığı vakit onu fertler kurtarmaz; bizzat
millet kendi kendinin kurtarıcısı olur.
KAVRAM ANALİZİ
Kültür Nedir?
Sosyal bünyenin muhtevası olan kültür,sosyal hayat alanının
prensiplerini teşkil eder. O sebeple, kültür, sosyal hayatın önemli
bir kısmıdır.
İnsanın hayatı, duygu ve düşünce ile dirilir.
Kültür, fertleri bir yönden içinde yaşadıkları tabii çevreye intibak
ettirirken, aynı zamanda beri yandan şahısları birbirine ve içinde
yaşadıkları sosyal tabiata, başka bir ifade ile sosyal hayat alanının
sosyal çevrelerine alıştırma hizmeti görür.
Tylor’a göre; “Kültür; bilgi, inanç,sanat, ahlâk, kanun, adet ve
cemiyet hayatının üyesi olan insanın kazandığı alışkanlıklar ve
kabiliyetleri ihtiva eden karmaşık bir bütündür.”
Bu tespit bir gerçeği belirtmektedir. O da, kültürün insan tarafından
meydana getirildiğini, fakat sonra kültürün, insan şahsiyetini
yarattığı hususudur.
Kültür ile Hars Arasındaki Mahiyet Farkı
Geliştirilmiş zevklerin ve bilgilerin tutarlı olarak meydana getirdiği
kalıp veya örüntü harsı teşkil edecektir. Manevi kültürün sanki bir
üst tabakasını teşkil edercesine teşekkül eden değerler ve onların
muhtevaları tam manası ile harsı meydana getirmektedir. Hars kendi
muhtevasında tutarlılık ister. Hars içinde, muhtevalar arasında
çatışma olmaz.
Kültür muhtevasından çatışarak ve süzülerek kabul edilen ve geçen
muhteva unsurları harsa geldiklerinde aralarında tam bir insicam ve
uygarlık teessüs etmiş olur. Hars sosyal durumların kültürel
berraklığını, kültürel açık ve seçikliğini, kesinliğini belirtir.
Hars, üyelerinin, yani harsa bağlı olan şahıslara cemiyetlerini, nasıl
göreceklerini, dünyalarını nasıl göreceklerini başka bir ifade ile
dünya görüşlerini öğretir. Hars olumlu unsurların ve evetlerin
birleştiği bir merkezdir. Kültürün orijin merkezidir.
Kültür muhtevalarına göre kurulan sosyal gruplar, değerlerin
taşıyıcıları olarak, yine kültürel fonksiyonlara uymak zorundadırlar.
Sosyal gruba katılmak aynı zamanda kültür muhtevasına katılmak
manasını da taşıyacağından Ziya Gökalp, fazlası ile şahısların kültür
muhtevasından ve harstan nasiplerini almalarını tavsiye etmiştir.
Kültürden Hars’a Geçiş
Kültür öğrenilen bir davranıştır demiştik. Nesiller arasında aktarılan
tecrübeler ve bilgilerdir.
Ziya Gökalp, fert ve biyolojik yapısı ile canlı tabiat, fizik ve
sosyal tabiat çevreleri düşünüldüğünde kültür kavramını benimsemiş,
kültürün manevi kısmı ve bilhassa bu kısmın değerler manzumesi ile
ahenkli manevi bağlar düşündüğünden de harsı ifade etmiştir.
Şahıs, sosyal tabiat içinde kabiliyetleri ile kültürü yaratmış,
şahsiyetler kültür muhtevasına yeni unsurlar katmış, fertte fizik
tabiat içinde kendi uysal tabiatı ile kültür muhtevasına ve dolayısı
ile fiziki çevresine intibak etmiş, insan ise üstün vasıfları ile
değerler alemini yaratarak harsi muhtevasına yaşamıştır.
Kültür ve lisan ilişkisine dikkat etmek gerekir. Çünkü lisan, insanın
meydana getirdiği müesseselerin en eskisi ve temelde bulunanıdır.
Kültürü yaratan asıl faktör lisandır. Lisan, insana üç hususta
yardımda bulunur: 1. Öğrenme, 2. Anlama ve 3. Kavrama.
Bir kültüre katılmakla anlamak, öğrenmek ve kavramak ameliyeleri
birbirini takip edecek ve şahısta kültür muhtevasını kazanmış
olacaktır.
Bu üçüncü ameliye ile yani vukuf peydahlamak ve kavramak ile insan
kültürden harsa doğru inmiş, yani kültürün Ziya Gökalp’e göre,
derinliklerine, köküne inmiş ve harsı elde etmiş olur.
DEĞERLENDİRME
İçtimaileşme (Sosyalizasyon) ve maşeri şuur
Bütün insan cemiyetlerinde zümre şuuru sosyo-psikolojik mahiyettedir.
Maşeri şuur denilen zümre şuuru şahısları duygu, düşünceleri ile
kavrayan ve belirli hedeflere yönelten kuvvetlere sahiptir. Zümre
şuuruna bağlanmak, zümreye bağışlanmak halleri aynı zamanda aynı
gayeye bağlanan bir gayeye yönelen kişileri de kendi aralarında
birbirine bağlar. İşte buradan da dayanışma doğar. Aile de, bu
dayanışmanın muhtevasını ahlâk doldurur. Ahlâki olduğu gibi, dinî,
hukukî, bediî ve zevk ve kaideleri ihtiva eden kültürel hususiyetler,
kişilerine belirli davranışları kazandırmaya yararlar. Bu içtimaileşme
süreci, sosyal organizasyonlara temel teşkil eder.
İnsanlar arası münasebetler fertleri evvela aile içinde ve daha sonra
komşuluk grubunda ve derece derece cemaat yapıları içinde geliştirir.
İşte bu geliştirme, insanları tedricen cemiyet hayatına alıştırma
olayına sosyalizasyon adı verilir.
Sosyalizasyonun oluşumu içinde, insanlar kademe kademe cemiyet
hayatına ve onun muhtelif davranışlarına sahip olurlar. Müşterek
keder, müşterek sevinç ve kader birliği cemaatin esas hususiyetleri
olduğuna göre millet de bir cemaattir. En azından Hans Freyer’in
dediği gibi, “millet bir dil cemaatidir.”
Sosyal kuvvetler, cemaatin içinde bütün geçmişe sahiptirler. Sosyal
kuvvetlerin geçmişini anlamadan cemaatin geçmişi idrak edilemez.
Geçmiş ile hali hazır işbirliği geleceği hazırlayacağı için Ziya
Gökalp, Hars ve cemaat anlayışında, geçmişe ve hali hazıra büyük
ehemmiyet vermiştir.
Yabancılaşmanın Karşısındaki Gökalp
Eski kültürlerin cemaat tipi sosyal yapılarında her ne kadar kültürel
tamlaşma sade haliyle çok daha kuvvetli ise de; o zamanki bütünleşme
az sayıda faktörlere dayandığından ve kültürel hususiyetlerin de çok
basit olmasından dolayı gelişmiş insan tipi yaratmaları şansı azdı.
Bugünün modern cemiyetlerinin ve cemaat yapılarının kültürel
tamlaşması siyasi, sosyal, ekonomik, hukuki, dini, ahlâki gibi
muhtelif müesseselerin öncelikle kendi sistemlerinde tamlaşmalarını ve
sonra da kendi aralarında tamlaşıp bütünleşmelerini gerektirmiş
vaziyettedir ki, mevcut durum geçmiş zamanların durumlarından çok daha
karmaşık bir karakter ortaya koymuştur.
Kültür kısımları kendi aralarında tamlaşma oluşumu yaratarak kültür
bütününü meydana getirirler. Kültür kalıbı ve onun içindeki kültür
muhtevasının tamlaşmış bütünlüğü esastır. Bu esasın kendine özgü
bütünlüğünü görerek bütünden kısımlara doğru inmek ve kısımları bütün
içinde değerlendirmek Gökalp’a göre asli vazifemiz olmalıdır. Her
kültürde bütünün, kendisine has karakterini ve kısımlar arasındaki
sıkı bağlarını görmek gerekir. Bir memlekete bakıp, başka bir
memlekette ona göre hükümler vermeye kalkışmak yanlış olur.
SONUÇ
Sonuç olarak, bir millete müşahade edilen gelişmeler, milletin harsî
kuvvetlerine ve hususiyetlerine sahip olmasına bağlıdır.
Ziya Gökalp Ve Sosyoloji Anlayışı
Ziya Gökalp, Türk düşünce tarihinde yeni bir sayfa başlatmıştır.
İçtimai pozitivizme dayanarak, Türkiye’de yeni bir ideoloji yaratmada
başarılı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu gören Gökalp,
sosyolojiye dayanarak, Türkiye’de milliyet akımını sistematik bir
şekilde izah etmiş, ‘Türkçülüğün Esaslarını’ kurmuştur.
Gökalp’ın öğrencilik hayatında üç tesir altında kaldığı
söylenebilir:Bunlardan biri klasik mektep tahsili; O’na garbın müsbet
ilimlerini öğretiyor. Diğeri, o devirde okuduğu Namık Kemal ve Ziya
Paşa gibi şahsiyetler, O’na vatanseverliği telkin ediyor; diğeri de
O’na şark filozoflarını tanıtan amcası Hacı Hasib Efendidir. Mektep
O’nu sistematik, metotlu ve garp kültürüne vukufu olan bir aydın
haline getirmiş. Fakat, bu kültür O’nun ruhunu garp ülkelerinde
gezdirmemiş . Namık Kemal O’nun ruhunu tesir ederek, vatanperver ve
milliyetperver yapmıştır. Şark eserleri de O’na zengin bir ufuk
açarak, O’nu alim ve filozof yapmış, O da üç kültür kaynağını
kullanarak, şark felsefeli, vatanperver bir kişi olmuştur.
Sosyoloji, toplum sorunlarını açıklamak ve bu sorunlara bir çözüm
getirmek iddiasını taşımaktadır. Osmanlığın İmpatorluğu çeşitli
sorunlar içinde bocalamakta ve bu dorunları kendi gücüyle ve kendi
içinde çözemeyeceğine inanmaktadır. Tam bu sırada Batı’da sosyoloji
toplum sorunlarına açıklama ve çözüm önerileriyle karşımıza çıkınca
Osmanlı aydınları arasında yankı uyandırmıştır.
Gökalp, sosyoloji açısından, ülkemizde Comte-Durkheim okulunun
temsilcisi olarak tanınır. Gerçekten de Durkheim sosyolojinin ülkemize
yerleşmesi ve 1940'lı yıllara kadar Türk sosyolojisinde, neredeyse tek
egemen sosyoloji ekolü olması, O’nun aracılığıyla olmuştur.
Tütengil’e göre Gökalp, Türkiye’de sosyolojiyi kurmuş, bir tarih şuuru
yaratmış, kültür milliyetçiliği yaparak ırkçılığı reddetmiş, modern
aile, kadın hakları ve hukuku, özerk üniversite, Türkçe ezan ve Kur’an
konularında çok önemli fikirler öne sürmüştür.
Gökalp, pozitvist sosyolojinin düşün ilkelerini tümüyle ülkemize
aktarmıştır. Kültür-uygarlık, evrensel sosyoloji-milli sosyoloji,
ilkel toplumlar-uygar toplumlar gibi ikili ayrımlar, Gökalp’in
sosyoloji anlayışının temelini oluşturmuş, Türk tarihi, ulusal
edebiyat, bilim ve felsefe anlayışı, toplumbilim araştırmaları,
bilimsel yöntemlerle toplumsal yapının incelenmesi sorunu, sistemli
düşünce, işbölümü ve çalışma organizasyonu gibi konulardaki
görüşlerinin temellerini atmış ve çevresine yaymıştır.
Gökalp, toplumbilimin yöntemi olarak, tümüyle ampirik yaklaşımı,
deneysel yöntemi, bir başka deyişle, tümevarım şeklinde akıl yürütmeyi
öneriyor. O’na göre, tümdengelim, önyargıları da birlikte
getireceğinden, bir kavmin incelenmesinde sağlıklı bir yol değildir.
Tümevarım yoluyla, soyutlama sürecini de savunmakta ve bilimsel
yasalara, araştırmalara dayalı, bilimsel yöntem yoluyla erişeceğimizi
savunmaktadır. O’na göre bilim, aceleci davranmaz ve bir sabrın
neticesinde ortay çıkar.
Gökalp’in sosyoloji anlayışında sosyoloji, genel medeniyetleri ve
kültürleri karşılaştırarak toplumların ve kurumların tabi oldukları
kanunları bulmak ve toplumlara istenen yönü vermek açısından çok
önemli bir göreve sahiptir. Toplumların tabi oldukları kanunları bilen
sosyologlar, bir ulusun gelişmesinde etkin rol oynarlar. O’na göre,
dahiler sezerek, sosyologlar da toplumsal kanunları bilerek bir
milletin gelişmesinde başat role sahiptirler.
Gökalp, başlangıçta Osmanlının kurtuluşu için çalışmış, bunun
başarılamayacağını anlayınca, çözümü Türkçülük ve milliyetçilikte
görmüştür. Merkeziyetçi bir yönetim anlayışına sahip olan Gökalp,
ülkeyi kurtaracak Batı tipi reformların ancak sivil-asker bürokratlar
tarafından gerçekleştirilebileceğine inanmaktadır. Temel hedefi ise
Türk toplumunda Doğu uygarlığından Batı uygarlığına taşımaktır.
Gökalp’e göre, sosyolojini konusu içtimaiyet usullerinin tatbiki,
milli medeniyetin tarihi ile kavim ve medeniyetlerdir. O’na göre
sosyoloji, toplumların işleyiş ve etkileşim kanunlarını ortay koyacak
ve böylece gelecekte topluma istenilen yön verilebilecektir. O’na göre
topluma yön verecek olanlar ise dahiler ve sosyologlardır. Dahiler
sezerek ;sosyologlar da sosyal realitenin kanunlarını bilerek ve
uygulayarak, toplumun evrimi konusunda etkili olurlar. İşte bu
nedenlerden dolayı O, sosyolojiye yönelir. Çünkü sosyoloji
aracılığıyla çökmekte olan bir toplumun sorununa çözüm bulabilecek ve
onu Doğu uygarlık alanından Batı uygarlık alanına taşıyabilecektir.
O’na göre, toplumsal sorunlar ancak sosyoloji ile çözülebilir.
Sosyoloji, bir toplumu tanımada, ulusal medeniyetin tarihini
incelemede ve mevcut sorunları çözmede her derde deva olarak gören
Gökalp, bu bağlamda determinist ve pozitivisttir. O, toplumbilimin
varlığını toplumsal olaylar arasındaki determinist ilişkiye bağlıyor.
Böylece bir bilim dalının varolma gerekçesini nedenselliği de aşan bir
biçimde, gerekircilikte arıyor.
Comte-Durkheim ekolünü benimsemekle birlikte, bu ekolün görüşlerini
“milli” özelliklere göre yeniden biçimlendiren Gökalp, evrensel olma
düşüncesinde olan Batı sosyolojisinin Comte-Durkheim ekolünden “milli
bir sosyoloji” yaratma çabasındadır. Çelişki gibi görünen bu durum
aslında bir çelişki değildir. Çünkü genel amaç Batı medeniyetine
katılmaktır.
Gökalp’in, Spencer ve özellikle Durkheim’i hatırlatan evrim teorisi
vardır. Ona göre toplumlar; 1)İlkel (kavim) ve 2)Milletler olmak üzere
ikiye ayrılır. Bu ayrımı yaptıktan sonra bir alt gruba iniyor ve
burada klandan bahsediyor. Bu alt gruplamalarla yavaş yavaş evrim
anlayışı beliriyor. Ona göre klan, insan topluluklarının ilk
biçimidir. Klanlar birleşerek kabileleri, kabileler birleşerek
aşiretleri, aşiretler de bir araya gelerek konfederasyonları
oluşturur. Ya da, toplumlar, cemia, camia, cemiyet şeklinde bir evrim
geçirirler. Kavmin cemiyet aşamasına geçmeden önce mutlaka cemia ve
camia stajlarını yapmak zorundadır. Toplumlar önce ilkel kavimler
şeklinde bulunur, sonra dinsel ulus niteliğini alır ve dinsel uluslar
da evrimleşerek yasal uluslara dönüşürler. Toplumların en son
aldıkları şekil kültürel ulus biçimidir. Gökalp, buna ‘harsi millet’
demekte ve bir ulusun ‘harsi millet’ olabilmesi için mutlaka din,
ahlak, hukuk, güzel sanatlar, dil, iktisat, bilim-teknik gibi
konulardan oluşmuş bir gelenekler, ulusal bilinç ve bunların
temsilcisi olan büyük adamların var olması gerektiğini belirtir.
Gökalp, klan deyimini semiyye deyimiyle dile getirmekte ve şöyle
tanımlamaktadır: “semiyye dini bir karabetle birbirine merbut yüzlerce
hatta binlerce fertlerden mürekkep ailevi bir zümredir. Semiyyeyi
teşhis eden alamet fertlerin müşterek ceddi itibar olunan muhayyel,
yahut hakiki bir mevcudun namıyla tesmiye olunmasıdır. Müşterek ced
aynı zamanda semiyyenin rabb-i has’ı itibar olunur. ”(Hançerlioğlu,
Orhan, Toplumbilim Sözlüğü).
“Gökalp ilkel kavimleri dörde ayırır:
1) Tehallüf etmemiş semmiyeli kavimler: Avustralya kavimleri.
2) Tehallüf etmiş semmiyeli kavimler: Kuzey Amerika’daki Hintliler
(Kızılderililer)
3) Aşiri kavimler: Afrika’daki Dahomey’ler.
4) Tereddiye uğramış iptidai (ilkel) kavimler: Seylan adasındaki
Vedda’lar” ( Kongar, Emre, Türk Toplum Bilimcileri).
Gökalp, kavim deyimini toplum anlamında kullanıyor. O, kavmi
toplumbilim konusuna almakla budun bilimi ile toplumbilimi
birleştirmiş olmaktadır.
Bir toplum ahlaki dayanışma yolu ile sağlanan insanlar grubudur.
Dayanışma iki çeşittir. İlki, inançlar ve duygular benzerliğini
kapsayan dayanışma biçimidir ki, Gökalp buna mekanik dayanışma diyor.
İkincisi, toplumsal işbölümünün ürünü olan organik dayanışmadır. O’na
göre, mekanik dayanışma, inançlar ve duygulardaki benzerliğin ;
organik dayanışma ise ustalık ve yeteneklerdeki benzerliğin sonucudur.
Mekanik dayanışma fertleri bir toplum canlısının hücreleri; diğeri de
uzmanlaşmış organları şeklinde açıklar. İlkel toplumlarda sadece
mekanik dayanışma hakimdir. Çünkü, toplum işbölümü, cinsiyet ve yaş
farklılaşmasından ibarettir. Toplumsal işbölümü ya hiç yoktur veya
henüz başlangıç halindedir.
Milletler (uluslar) iki dayanışma (tesanüt-solidarity) türüne
sahiptirler. Milletler, organik toplumlar olarak ifade edilirler.
Parçalık niteliği taşıyan toplumlarda fertler sadece hücredirler. Oysa
organik toplumlarda fertler uzmanlaşmış, görevleri olan organlardır.
Parçalı toplumlarda, fert ile toplum arasında sağlanan bir ilişki
vardır. O’na göre, organik toplumlarda fert, topluma hem dolaylı hem
de dolaysız olarak bağlıdır. Organik toplumda, mekanik bir dayanışma
da görülebilir. Bu durum Gökalp’i Durkheim’den ayıran en önemli
noktadır.
Durkheim’de olduğu gibi, Gökalp’de de toplumların evrimi mekanik
dayanışmadan organik dayanışmaya doğrudur. O, organik dayanışmanın
gerçekleştiği toplumları millet olarak kabul ederken yeryüzündeki
bütün toplumların bilimsel sınıflandırılmasını da yine bu ölçüye göre
değerlendirmektedir.
Gökalp, ilkel toplumları: Klan ( farklılaşmamış cemaatlar)’dan millet
( farklılaşmış toplum)’e olmak üzere sınıflandırırken, kabile veya
klanın kaybolması milli duyguların yükselmesini sağlamıştır,
fikrindedir.
Gökalp göre toplumlar ulus olmak bakımından üç türe ayrılabilir:
Gökalp birinci ulus grubuna ‘imami milletler’ diyor. Bu grup uluslar
Gökalp’a göre varlığını ve birliğini bir özle Tanrı imgesinden ya da
ortak bir kamu dininde bulur. Bu toplumda dine dayalı bir kamu hukuku
oluşmuştur. Gökalp’in birinci ulus grubuna koyduğu ‘imami milletler’
daha çok bize, doğunun eski çağlardaki hükümetleri ile Avrupa’nın
ortaçağ hükümetlerini dile getirir niteliktedir. Gökalp’in belirttiği
bu grup uluslarda din temeldir. Her şeye din açıklık getirir.
Gökalp’in belirlediği ikinci ulus tipi ‘Teşri (yasamasal)
Milletler’dir. Bu ulus tipi imami milletlerden farklıdır. Artık özel
mülkiyet ve bireysel özgürlükler her tarafa yayılmakta; hükümet dine
değil, ulusal egemenliğe dayalıdır. Gökalp, bu tür uluslara ‘Karye
esasına müstenid milletler’ denebileceğini söylüyor ve bunlara örnek
olarak Fransa ve İtalya’yı gösteriyor. Yasamasal (teşri) uluslarda
kentler belediye meclisleri aracılığıyla kendilerini yönetirler, kent
uygarlığı ve özel mülkiyet köylere kadar yayılır. Gökalp’ın karve (commune)
adını verdiği bu kentlerde dinsel kamuoyunun dışında siyasal bir
kamuoyu da oluşmuştur.
Gökalp’a göre üçüncü ulus tipi ‘harsi (kültür, ekin) millet’tir. Ona
göre bir toplumun kurumlarının daha önce birlikte yaşadığı başka
toplumların kurumlarıyla ortak özellikler taşır. O’na göre yukarıda
saydığımız bütün ulus tipleri, ortak özellikleri olan ulus tipleridir
ve bu tiplerin birer ulusal ve bağımsız uygarlığı yoktur. Harsi
milletlerin kurumları ortak özellik taşır, bunlar uygarlık
toplumlarıdır. Gökalp’in deyimiyle ‘müesseseleri arasında iştirak
bulunan bu gibi kavimlerin mecmuuna medeniyet zümresi denir’. Sonuç
olarak şöyledir: ‘millet, imami cemiyetlerde kendini imamda, teşrii
cemiyetlerde kendini kuvve-i teşriiyede mütecelli görüyordu. Harsi
cemiyetlerde ise kendini harsının mümessilleri tarafından temsil
edilmiş görür. Çünkü hars milli vicdanın muhtelif müesseseler
suretinde tezahür etmiş müteayyin şeklinden ibarettir’. (Hançerlioğlu,
Orhan, Toplumbilim Sözlüğü).
Ona göre, bir toplum diğer toplumlara kendi değerlerini (dil, din vs.
) benimsettiği, onları asimle ettiği zaman kendi ulusal uygarlığını,
yani ‘hars’a adım atmış olur.
Gökalp ‘Harsi Millet’ deyimi ile, bir ideal toplum ve yapı oluşturma
çabasındadır. Bu yapıda ‘heyet esasına müstenid milletler’ dediği bir
kurumdan bahsediyor. Bu kurum toplumun kültürünü belirleyecektir.
Burada bir faşistlik var gibi (kendi ırk ve kültürünü oluşturma). Ve
ona göre diğer ulus tipleri, iptidai ulustan ‘harsi millet’ dediği
ulusa doğru bir evrim geçirmiştir. Bunu da şu cümlelerinden anlıyoruz:
‘Mamafih bir kavim aşağıdaki nevilerden yukarıdaki nevilere geçerken
eski müesseselerini tamamıyla kaybetmez. Her nevin esaslı bir
teşkilatı hususi bir vazife deruhte ederek canlı bir surette baki
kalır. Bu surette harsi bir millete, iptidai kavimlerin karabet
teşkilatı ‘aile’ suretinde, imami milletin dini teşkilatı, ‘ümmet’
suretinde, teşrii milletin teşekkülü kavmin tekamül merhaleleri olan
aile, ümmet, devlet teşkilatlarına ‘hars’ teşkilatının inzimam etmesi
ile başlar’. (Kongar, Emre, Türk Toplum Bilimcileri ) .
Gökalp’a göre dördüncü grubu ‘istiklalini kaybetmiş milletler’
oluşturur. O bunlara ‘milletlerin dördüncü nevi millet haline
geldikten sonra istiklalini kaybeden kavimlerdir’ diyor ve Lehlileri
buna örnek veriyor.
Gökalp’a göre insan toplumlarının son aşaması ‘harsi millet’tir. Fakat
henüz hiçbir toplum bu aşamaya ulaşamamıştır. Ancak ileri batı
ülkeleri, ‘teşrii milletten’ ‘harsi millet’e geçiş aşamasındadır. Ona
göre bir ulusun kültürel ulus olması için mutlaka din, ahlak, hukuk,
güzel sanatlar, dil, iktisat, bilim-teknik konularında oluşmuş
gelenekler, ulusal bilinç ve bunların temsilcisi olan büyük adamların
varlığı gereklidir. Gökalp, yasama organı gibi bir organ önermektedir.
Bu organ ulusun, başkentinde, her ‘hars’ alanında oluşturulacak
uzmanlık kurullarının temsilcilerinden oluşacak yüksek bir organdır. O
böylece kültürel ulus aşamasında toplumsal bilinci temsil edecek bir
‘uzman temsilciler kurulu’ önermektedir.
Bütün bu sosyolojik tanımlama ve açıklamaların tek bir nedeni vardır:
Evrimci ve determinist bir anlayıştan yararlanarak, Türk toplumunun
Doğu uygarlığından Batı uygarlığına, imparatorluktan ulusal devlet
aşamasına geçmesini haklı gösterecek kanıtlar bulmak ; bu dönüşüme
bilimsellik kazandırmak. Bu bağlamda, Gökalp, toplumların kavim,
devlet ve imparatorluktan milli devlete doğru evrimleştiğini
göstererek, millet aşamasının, toplumsal evrimde son halka olduğunu
belirtmektedir. Dolayısıyla, Türk toplumunun Doğu uygarlığından Batı
uygarlığına, imparatorluktan ulusal devlet aşamasına geçmesi bilimsel
bir gelişmedir.
Gökalp, Batı tipi ulusal, çağdaş bir milli devletten yanadır. O, yeni
Türkiye’yi harekete geçirecek hamlenin inkılap ruhu olduğunu belirtir.
Yeni Türkiye’nin hedefleri, kültür alanında Türkçülük, siyaset
alanında halkçılıktır. Siyasi halkçılık, demokrasinin Türkçe
karşılığıdır ve halkçılık-demokrasi en çağdaş, en mükemmel özellikleri
olan hükümet tarzıdır.
Halkçılığın, yani demokrasinin yürümesi için her şeyden önce
insanların birbirine eşit olabilmesi koşulunu getiren Gökalp, beyaz
ırkın diğer ırklara ve erkeklerin kadınlara karşı üstünlüğünü savunan
ırkçı görüşleri de şiddetle eleştirir. Çünkü, bütün toplumsal olaylar
genetikle geçmezler ; tüm insanlar toplum dışı olarak dünyaya gelirler
ve toplumsal karakterleri, içinde yaşadıkları toplumdan, o toplum
normları çerçevesinde alırlar.
Günümüzde Gökalp’i ırkçı diye suçlayanlar vardır. Gökalp’in ırkçı
olmadığını şuradan da anlayabiliriz: O, tüm milletleri dost olarak
görmekte ve iş birliğine girmelerini arzulamaktadır. Bu görüşleri ile
daha sonraki bazı milliyetçilerden ayrılan Gökalp, milletler
arasındaki ilmi, iktisadi, medeni dayanışma ve mübadelelerin
bulunduğunu; milletlerin birbirine tabiaten düşman değil dost
olduklarını belirterek, milletleri birbirine düşman yapanların tutucu
papazlarla emperyalist ve kapitalistler olduğunu yazmasıdır. Bunlar
ortadan çekilirse milletler birbirlerini kardeş gibi seveceklerdir.
Eşitsizlikleri suni-yapay olarak değerlendiren Gökalp, insanlar
arasındaki ilişkileri eşitlikçi bir tabana yerleştirmek istemektedir.
Gökalp’a göre halkçılığın en önemli görevi bu yapay eşitsizlikleri
ortadan kaldırmaktır. Hiç kimse dünyaya esir veya serf olarak
gelmemiştir. Yapay eşitsizlikleri ortadan kaldıracak olan halkçılık,
tabii eşitsizlikleri de eğitimle azaltabilir.
Gökalp’in millet tanımında ırk ve ırkçılığa yer yoktur. Buna göre
millet öncelikle; a)Coğrafi bir zümre değildir. b)Millet, ırk ve kavim
demek değildir. Çünkü, milletler tarihsel süreçte karışmışlar ve saf
ırk, saf kavim diye bir şey kalmamıştır. Saf ırk ve kavim aramak
saçmadır. c)Millet, bir imparatorluk içinde yaşayanların toplamı
değildir. d)Millet, bir adamın keyfine ve çıkarlarına tabii olarak
mensup saydığı herhangi bir cemiyet değildir. Millet, coğrafi, ırkı,
siyasi, iradi kuvvetlere üstünlük gösteren; terbiyede, kültürde, yani
duygularda iştiraktır. Millet dilce ortak olan, yani terbiye almış
fertlerden meydana gelmiş bulunan kültürel bir zümredir. Gökalp’in
devlet ve millet üzerine ürettiği görüşler imparatorluktan
cumhuriyete, çok uluslu yapıdan tek uluslu yapıya geçişin
habercisidir.
Gökalp’in Türk toplumbilimine en büyük katkılarından biri; “uygarlık”-
“kültür” ayrımını ve tartışmasını getirmiş olmasıdır. O, medeniyet
(uygarlık) ve Hars (kültür)kavramları arasındaki ayrımı şöyle
belirtiyor: “Bir medeniyet, müteaddit milletlerin müşterek malıdır.
Çünkü her medeniyeti sahipleri olan müteaddit milletler, müşterek bir
hayat yaşayarak vücuda getirmişlerdir. Bu sebeple, her medeniyet,
mutlaka beynelmileldir. Fakat bir medeniyetin, her millete aldığı
hususi şekilleri vardır ki, bunlara ‘hars’ adı verilir. ” (Kongar,
Emre, Türk Toplum Bilimcileri).
“Gökalp, medeniyet ile hars’ın farklarını on maddede toplar:
1) Medeniyet beynelmilel olduğu halde, hars millidir.
2) Medeniyet bir milletten başka bir millete geçebilir, fakat hars
geçemez.
3) Bir millet, medeniyetini değiştirebilir; fakat hars’ını
değiştiremez.
4) Medeniyet, usul ve akıl vasıtalarıyla yapılır; Hars, ilham ve hads
vasıtalarıyla yapılır.
7) Türkler’de, bir cemiyetin içtimai bünyesi birden bire yükselebilir.
Bir kavmin içtimai bünyesi, az zamanda, Aşiret bünyesinden il
bünyesine, küçük il’den orta il’e, orta il’den büyük il’e, büyük
il’den de en büyük il’e kadar çıkabilir.
8) Bir kavmin siyasi bünyesin de, Tudunluk’tan Yabguluk’a,
Yabguluk’tan Hakanlık’a, Hakanlık’tan İlhanlık’a yükselebilir.
9) Medeniyetini değiştiren bir millette, hars da değişirdi.
10) İktisadi silsile-i meratibi de birer, birer geçerdi. ” (Kongar,
Emre, Türk Toplum Bilimcileri).
Gökalp’in bu açıklamalarından, onun evrimci yanını belirgin bir
biçimde görmekteyiz. O, toplumların toplumsal yapılarını ‘aşiret’ten
‘büyük il’ e dek, belli bir hiyerarşi içinde sıralıyor. Aynı
sıralamayı siyasal bakımdan da ‘Tudunluk’ tan ‘ilhanlık’a dek yapıyor.
Kültür ve uygarlık kuramının, Gökalp tarafından Türk tarihine
uygulanış biçimi gerçekte basittir. Türk tarihinde bir Osmanlı dönemi
yaşanmıştır. Ancak bu dönemi önemsememiz de gerekmemektedir. Osmanlı
katıldığımız çeşitli uygarlıklardan birisidir. Osmanlı, geçmiş dönemin
en önde gelen uygarlığıdır. İleri olması nedeniyle Türkler bu
uygarlığa katılmışlardır. Fakat bu dönem artık geride kalmıştır. Bu
nedenle Osmanlı uygarlığına katıldıkları gibi aynı nedenle
ayrılacaklardır. Uygarlık uluslararasıdır. Uygarlık ürünleri bir
toplumdan diğer topluma geçebildikleri gibi, toplumlar da herhangi bir
sakınca ve sorunla karşılaşmadan bir uygarlık alanından diğer uygarlık
alanına geçebileceklerdir. Böylece Osmanlı sorununa bir karşılık
bulunduğu gibi batılılaşma girişimlerimize de kuramsal bir temel
getirecektir.
Tönnies’e göre kültür, gelenek, din ve sanatı; medeniyet ise hukuk ve
bilimi yansıtır. Bunun gibi nasıl toplumlar cemaatların gelişmesinden
doğmuşlarsa, kültür de medeniyeti yaratmıştır. Bu görüş Gökalp’in
kültür ve medeniyet anlayışını yansıtır.
Gökalp’de ulusların karşılaştırmalı tarihi bize gösteriyor ki, ilkin
uygarlık kaynağını hars (kültür) da buluyor. Bu bakımdan, her toplumun
(kavim) ilkin yalnız kültürü vardı. Kültürün yükselmesiyle de
medeniyet doğar. Çünkü, medeniyet, toplumlar arasındaki ortaklaşa
kurumların tümüdür. bir başka deyimle medeniyet kültürün sonucudur.
Modern antropolojiye göre, kültür medeniyeti kapsar.
Bir toplum, Gökalp’e göre kültür alanında ilerledikçe medeniyeti de
yükselir. Medeniyetin hızla yükselmesi kültürü bozar. Her kavmin
yalnız kültürü vardır. Bir kavim, kültürce yükseldikçe siyasetçe de
yükselerek kuvvetli bir devlet vücuda getirir. Diğer taraftan da
kültürün yükselmesinden medeniyet de doğmaya başlar. Medeniyet, ilkin
milli kültürden doğduğu halde, diğer ülkelerin medeniyetinden de bir
çok kurumlar alır. Fakat bir toplumun medeniyetinde fazla bir
gelişimin hızla ortaya çıkışı zararlıdır.
Gökalp’e göre kültürü kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle;
kültürü bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek olan diğer bir millet siyasi
mücadeleye girince, kültürü kuvvetli olan millet daima galip
gelmiştir. Örneğin; eski Mısırlılar, medeniyette yükselince kültürleri
bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise medeniyette
henüz geri olmakla beraber, kuvvetli ve kültüre de sahipti. Bundan
dolayı, Farslılar, Mısırlıları mağlup ettiler. Birkaç yüzyıl sonra,
İran‘da da medeniyet yükseldi . Bunun sonucu olarak da kültür
zayıflamaya başladı. Bu defa da başlangıçta henüz kültürleri
bozulmamış olan Yunanlılara mağlup oldular.
Gökalp’de kültür, bağımsızlığını sürdürmesi için medeniyeti temsil
etmekle yükümlüdür. Eğer bir kültür, çevresindeki medeniyeti temsile
çalışmazsa, çevredeki medeniyet o kültürü bozar, yok eder. Bu suretle
O’nun kültürel sikloit (devirsel) teorisi iki noktada özetlenebilir:
1) İlkin, medeniyet kaynağını kültürde buluyor. Yani toplumlarda
kültür başlamadan medeniyet doğmamaktadır.
2) Medeniyet yükselince kültür de bozuluyor. Bozuk kültürlü milletler
de medeniyetsiz toplumlara yenilmektedirler.
Gökalp’e göre kültür, medeniyete üstün gelir. Çünkü medeniyetsiz
kültüre sahip olan millet sağlamdır. Buna karşılık, kültürsüz
medeniyete sahip bulunan bir millet de hastadır. O halde, bir milletin
sağlam olabilmesi için hem kültürünün hem de medeniyetinin
dengeleştirilmesi gerekir.
Heyd’e göre ; Gökalp’in kültüre yaratıcılık yeteneği, sadelik ve
güzellik gibi beğenilmeye layık ve cezbedici nitelikleri atfetmesini
ve medeniyete bunun karşıtı sıfatları kullanması onun, kalp ile akıl
arasındaki iç mücadelesinin bilimsel olmayan yansımasıdır.
Gökalp, uygarlıkla kültürü aynı şey sayan kimi toplumbilimcilere karşı
bu ikisini birbirinden ayırmaktadır. O’na göre, uygarlık uluslararası
ve özdeksel, kültür ise ulusal ve tinsel bir güçtür.
Birçok düşünür uygarlığın, toplumların çöküşünün sebebi olduğu fikrini
benimsemişlerdir. Toplumlar, güzel sanatlar, zevk ve duygularında
inceldikleri zaman, duygusal hayatları kaba olan toplumlar tarafından
yenilgiye uğratıldıkları bilinen gerçeklerdir.
Gökalp’de medeniyetin doğuşu kültürün sebebi, kültürün çöküşü de
medeniyetin sonucu olmasına rağmen, bu toplumlar için bir fatalizm
(kadercilik) değildir. Çünkü, bir noktada kültür ile medeniyetin
uzlaştırılması toplumu bu alın yazısı çöküşten kurtarması mümkündür.
Kültürün büyümesi bir toplumdaki (millet) değer duygularının eğitim
yolu ile gerçekleşmesine bağlıdır. Çocuk, dünyaya gözünü açtığı andan
itibaren sosyalizasyon süreciyle, içinde yaşadığı toplumun kültürünü
kazanır.
Gökalp’de ulusal bilinç çok önemlidir. Durkheim’deki toplumsal bilinç
ve toplumsal vicdan kavramları, O’da, ulusal bilinç niteliğine
bürünmüştür. O’na göre ulusal bilinç kavramı, insan toplumlarının
evriminde önemli bir aşamayı belirler. Kurtuluş Savaşı’nda düşmanların
içimize girememesi O’na göre, bizde ulusal bilincin gerçekleştiğidir.
Diğer taraftan, örneğin; Arabistan’da ulusal bilinç gelişmemiş ve
onları cemia (toplum) toplumu olarak görmektedir. Çünkü İngiliz ve
Fransızlar aralarında Arabistan’ı paylaşmışlardı.
Gökalp, bütün sistemini, ulusal bilincin yaratılmasına adamış, bunun
için de “mefkure” dediği “ideal” ya da “ülkü” kavramının
geliştirilmesi için çalışmıştır. O’na göre, “mefkure” bireyleri, bir
toplum bilinci içinde birleştiren bir güçtür. Mefkure, insanı
çıkarcılıktan kurtaran, özveriye yönelten bir etkendir. Bu noktada
Gökalp, mefkureyi Türk tarihinin kökeninde aramaktadır. O’na göre,
toplumsal değerler, insanlara ve eşyalara, ancak belli ideolojiler
(inanç sistemleri) yoluyla verilebilir. O, toplumsal yaşamın bazı
alanlarında, doğrudan doğruya teknoloji ithalatının gerekliliğini
savunurken, bazı alanlarda da ulusal kültürün geliştirilmesinden yana
olur.
Turancılıktan yola çıkan Gökalp’in Durkheim’in toplumsal bilinç
kavramını ulusal bilince dönüştürme süreci, ulusun kurtuluşunu burada
görmesinden ve toplumsal bilincin önemini kavrayarak uygulanabilir bir
çizgiye gelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda Gökalp’in temel
ideolojisi Turacılık değil, ulusalcılıktır. Ancak bu ulusalcılığa
sahip çıkacak ve bunun bilincine varan kitlesel destekleyiciler
bulamadığından bu bilinci seçkinci bir anlayış çerçevesinde
aydınlardan beklemiştir.
Gökalp, bir ülkede “harsi millet”in kuruluşu için gereken
ilerlemelerin ancak ekonomik öğeye bağlı olduğunu söyler. “İktisadi
hayatın yükselmesi, yalnız mütehassısların yükselmesi için lazım
değildir. Diğer içtimai faaliyetlerin yaşaması da her birinin zengin
bir bütçeye malik olmasına bağlıdır. Bir memlekette iktisadi hayat
yüksek değilse ne ilim, ne sanat ne felsefe, hatta ne ahlak ve din
yüksek tecellilerini göstermez” (Kongar, Emre, Türk Toplum
Bilimcileri).
O’na göre, Türkleri bir camia haline getirecek ve Türk kültürünün
oluşması gelmektedir. Milli iktisadı meydana getirmek için öncelikle
gerçek gözlemler yaparak mülk ve milletin teknik üretim tarzını,
hukuki yöntemlerini ve bunlar arasındaki ahengi araştırmak, onları bir
sistem haline getirmek ve ondan diğer sistemlerle karşılaştırmalar
yaparak sonuçlar çıkarmaktan ibarettir.
Milli iktisadın kurulması için öncelikle bir milli iktisat bakanlığı
oluşturulmalıdır. Gümrük tarifeleri ile demiryolları tarifesinin
düzenlenmesi ve liman işlerin idaresi de adı geçen bakanlığa
verilmelidir. Devletin iktisadi görevi yalnız bir bakanlıkta
toplanmalıdır ki, memleketimizdeki iktisadi faaliyetlerde birlik ve
dayanışma meydana gelebilsin. Milli iktisat konusunda, Alman milli
iktisat sistemini ve Fransız solidarizminden beslenen Gökalp. Ekonomik
kalkınma ve büyük sanayinin kurulması, anlayışı bakımından
devletçidir. O, ulusal bir devlet kapitalizminin siyasal çerçevesini
çizerken, sömürgeciliğe karşı olduğunu da belirtmektedir. Ulusal
burjuvazinin yaratılmasının hedefleyen Gökalp, devletin ekonomiye hem
işletmeci ve hem de sermayedar olarak katılmasını isteyerek, karma
ekonomi modelinden yana olduğunu belirtmektedir.
Gökalp’e göre halk kültüre, aydın (güzide, seçkin, elit) medeniyete
sahiptir. Bunlar ;yüksek öğrenim, ilim ve eğitim görmüş olmakla
halktan ayrılırlar. Çünkü, yetiştikleri okullar milli değildir. Bundan
dolayı aydının halka ve sorunlara yabancılaşması problemi ortaya
çıkıyor . Gökalp’in bu yabancılaşma sürecini çözümlemesi için ileri
sürdüğü görüş kültür-medeniyet dengeleştirilmesine dayanmaktadır.
Böylece halk ile aydın arasında ayrılma yerine, birleşme ve
mozaikleşme ortaya çıkacaktır.
Aydın medeniyetin taşıyıcısıdır. Bundan dolayı kozmopolittir. Halk ise
kültüre, milli değerlere sahiptir. Bu noksanlığın giderilmesi için
aydının halka gitmesi gerekir. Gökalp’e göre, böyle bir eğilim, her
şeyden önce, iki hususu gerçekleştirmek için zorunludur : 1) Halktan
kültürel bir eğitim almak için halka doğru gitmek; 2) Halka medeniyet
götürmek için halka doğru gitmek. Aydın, halka doğru yönelmediği
sürece milli değerlerden uzaklaşarak suni bir ortam içinde bozulmaya
uğrayacaktır. Onun halka doğru yönelmesi en büyük itici güç olan
kültürü kazanmasını sağlayacaktır. İşte bu kültürleşme, medeniyetle
dengeleşmek suretiyle aydın sınıfı kökü kopmuş bir ortamdan sıyırarak
canlılığını tazeleyecek yeni bir ortam içine itecektir. Gökalp’deki bu
açıklama biçimi bize Pareto’nun elitlerin dolaşımı (sirkülasyonu)
teorisini hatırlatmaktadır. Pareto’ya göre: 1) Her toplumda idareyi
elinde bulunduran güzideler(elitler) grubu; 2) Çoğunluğu teşkil eden
aşağı sınıflar olmak üzere iki kategori mevcuttur. Elitler veya
seçkinler grubu bir azınlık aristokrasisidir. Bütün elitler kısa veya
uzun bir zaman için çökmeye mahkumdurlar. Bunun sebepleri de vaktiyle
kendilerinin yükselmesini etkileyen nitelikleri kaybetmeleri
yüzündendir. Böylece elitler zamanla dejenere oluyorlar. Bu anlamda
tarih elitlerin mezarıdır. Bu defa da elitlerin kaybolmasıyla ortaya
çıkan boşluk, yüksek güçlü aşağı sınıfların en yetenekli üyelerinin
yetiştirilmesiyle dolduruluyor.
Pareto’daki seçkin-aşağı tabaka hareketliliği iradeci olmaktan ziyade
kaderci bir tablo çizmesine karşılık, Gökalp’de kültür-medeniyet
dengesi için aydın-halk diyalogu mevcuttur. Seçkinler, halka medeniyet
götürmek için halka doğru giderken, aynı zamanda, halktaki kültürü
almak suretiyle de halk-seçkinler bütünleşmesini
gerçekleştiriyorlardı. Böyle bir dolaşım elitlerin ‘kanını
temizlemesi’ olayını hazırlamak suretiyle elitler arası diyalektiği de
silmiş oluyor.
Gökalp’in savunduğu elitler demokrasisi, bugünkü anlamıyla sadece oy
mekanizması yoluyla idareyi eline geçiren ve halkın meselelerini bir
köşeye iten, çıkarcı ve halktan kopmuş ( halkı temsil etmesine rağmen)
bir sisteme karşıttır. Tersine, seçkin-halk ilişkisinin dengeleşmesine
( ambivalance) ve bütünleşmesine ( entegration) dayanır.
Gökalp’e göre, seçkinler, ancak demokratik bir rejimde gerçek
kimliğine kavuşmuş olurlar. Halka yararlı bir kalkınma fikri
getirmeyip ve onu hazırlamayan seçkinler; bilgili olsalar bile seçkin
sayılmazlar. Bu bakımdan asıl seçkinler, halkı aydınlatan ve halkın
yükselmesi için kendini bütün varlığı ile halk için feda eden
kimselerdir.
Gökalp’e göre, Fransızca “culture” kelimesinin biri hars (milli
kültür) diğeri de tehzib olmak üzere iki manası vardır. Milli kültür
ile tehzib arasında iki önemli fark vardır: Bunlardan birincisi,
harsın ‘demokratik’, tehzibin ‘ aristokratik’ olmasıdır. İkinci fark
ise, bir insan harsın tesiri ile, belki de yalnız kendi milletinin
kültürüne kıymet verir. Fakat, tehzib görmüşse, başka milletlerin
kültürlerini de sever ve onların lezzetlerini de tatmaya çalışır.
Gökalp, seçkinler (elitler) in veya aydınların tehzibe (işlenmiş
kültür) sahip olduklarını ve halkın da kültüre sahip olduğunu
belirtir. Bir milletin gelişmesi için işte, bu halk kültürünün yüksek
kültürle işlenilmesi gerektiğini söyler. Bunu da aydınlar halka
eğilerek yapacaktır ki, o zaman başarı olsun. Aydının halka ve kendi
köklerine inmesi hem batı medeniyeti karşısındaki yerimizi tayin
edecek, hem de milli rönesansımızın doğmasını sağlayacaktır.
Halk – aydın ikiliği Gökalp sosyolojisinde önemli bir yer tutar. O’na
göre, aydının halka giderek kendini yenilemesi gerekir. Günümüz
sosyolojisinde ‘aydınların kokuşması’ dediğimiz bir deyim vardır ki,
bilim adamlarını yakından ilgilendirmektedir. Toplumumuzda uzun
yıllardan beri aydını halktan uzaklaşması, kopması ve halka
yabancılaşması, aynı zamanda bugünkü demokrasimizin de en önemli
çıkmazını oluşturmaktadır. Halkı bilinçlendirmesi aydının milli bir
görevidir. Aynı zamanda da aydın kendini yenilemelidir. Bu da,
halktaki öze dönmekle gerçekleşir. Eğer bir toplum, geçmişi ile
geleceği arasında bağ kuramazsa, bunun şuuruna ulaşamazsa o toplum bir
bitki yığınından öteye geçemez.
Gökalp, bireye değil topluma dönük bir sosyologdur. Sosyolojist bir
bakış açısına sahiptir. Toplum her şeyi ile birey üzerinde egemenlik
kurar; ona her şeyini kabul ettirir. Oysa bireycilik insanı ülküsüz,
inançsız bırakır. Gökalp’e göre, bireycilik insanı ahlaki
kararsızlığa, hayal kırıklığına, şüpheciliğe götürür; hatta bireyi
intihara sürükler. Oysa devletçi – toplumculuk ve kollektivizm
insanlar arasında kardeşlik ve eşitlik geleneğine dayanır. O, burada
Prens Sebahattin’in bireyciliğini de eleştirmektedir. Zaten iki
düşünür gerçek yaşamda da birbirlerine zıt görüşleriyle tanınır.
Gökalp, bireyin özgür olamayacağını ; çünkü irade hürriyetinin
toplumsal ülküler tarafından sınırlandırıldığını belirtir. Bireyin
toplumla kaynaşması ve kendini topluma feda etmesi gerekir. Toplum her
şeyin üstündedir ve kutsallık arz eder. Bu bağlamda Durkheim’daki
toplumun yerine milleti koyan Gökalp’de milliyetçilik kutsallaşmıştır.
Toplum ne isterse iyi ve ahlakidir.
Gökalp’e göre, çağdaş devlet, bir halk hükümeti olduğu kadar bir ilim
hükümetidir de. Çağdaş millet büyük sanayisiz, sağlıksız, demir
yolsuz, elektriksiz, refahsız kalamaz . Çağdaş bir devlet de çağdaş
bir hukuka dayanmadan, milli iktisadı kurmadan, halkçılığa dayalı
gerçek hürriyetleri – gerçek eşitliği oluşturmadan yaşayamaz. İşte bu
noktada O, bütün bunların taşıyıcısının ilim olduğunu belirtiyor ve
milletin ilme yönelmesini istiyor. O’na göre, bilimin komünist ve
kapitalist olanı yoktur. Bilim, ideolojik yöne sahip değildir. Bilim,
bilimsel zihniyeti gerçekleştirme sürecidir. Bilimin gelişmesi için de
bilime değer vermek gerekir. Bilim için coğrafi saha aramak, doğu-batı
ayrımı yapmak temelden ideolojik sapmalardır.
Gökalp, çağdaş uygarlığa girmek için yalnızca sanayide gelişmeyi
sağlamayı yeterli görmemektedir. Başka milletlerin modern medeniyete
girmek için mazilerinden uzaklaşmaya mecbur olduklarını, halbuki
Türklerin modern medeniyete girmeleri için yalnız eski mazilerine
dönüp bakmalarının yeterli olduğunu söyleyen Gökalp sanayinin, fennin
dışındaki alanda, kültürde çağdaşlaşmanın sağlanabilmesi için Batıya
yönelmesinden çok ya da o kadar eski Türk kültürüne yönelmesini
istemektedir. Çünkü geleceğe ait bütün ilerlemelerin Türkün eski
kültüründe mevcut olduğunu düşünmektedir.
Batıcılık, Osmanlı İmparatorluğu’nda ( 18. y. y. ’da ) başlayıp
Cumhuriyet Türkiye’sinde yeni boyutlar kazanan, Batı Avrupa’nın
toplumsal ve fikirsel bileşimine erişilmesi gereken bir hedef olarak
gören yaklaşımdır. Bu görüş bazen ılımlı bir biçimde ortaya çıkmış,
bazen çok köktenci-geleneksel kültür öğelerimizi eleştiren ve
karşısına çıkar boyutlar kazanmıştır. Ancak, batıcılık daha çok Batıyı
her hususta örnek almak isteyenlerin yaklaşımını adlandırmak için
kullanılmıştır.
Gökalp’de batılılaşma hareketinin temeli milli kültüre dayanır. Kültür
gibi, Batılılaşma da ‘millet olma’ yeteneğine kavuşmanın zorunlu bir
şartıdır. O’nda kültür- medeniyet arasında nasıl bir ilişki varsa,
aynı şekilde, medeniyet ile batılılaşma arasında da yakın bir benzeyiş
vardır. O’nun için batılılaşma aslında medeniyetimizin kaçınılmaz bir
sonucudur. Çünkü O’na göre, medeniyetler belirli bir yer ve zaman
içinde doğar, yaşar ve ölürler. İşte bu çerçevede Türkler bir çok
medeniyet içine girmiş ve sonuçta da Batı medeniyetine girecektir.
Çünkü batı medeniyeti o an için en üsttedir.
O’na göre Türk kavmi (toplumu) iki kez medeniyet değiştirmiş ve
üçüncüsü de yoldadır. İlk ikisi ise şöyledir: İslam olmadan önce
‘Aksa’yı Şark Medeniyeti Dairesi’ne mensuptu. İslam olduktan sonra
‘Şark Medeniyeti Dairesi’ne girdi. Üçüncüsü ise, günümüzde de
tartıştığımız konulardan biri olan ‘Garb Medeniyeti’ne, yani laik
medeniyet dairesine girmek.
Gökalp, yıkılma dönemini analiz ederken şu yargıya varıyor: O dönemin
yapısını, siyasal beceriksizliği toplumsal az gelişmişliğe, toplumsal
az gelişmişliği ise, endüstrileşmedeki geriliye bağlıyor. O, döneminde
bu tahlilleri yapması ve olayları çok iyi irdelemesi O’nun gerçek bir
öncü olduğunu göstermektedir. O, bütün az gelişmişliğimizi iktisadi
zayıflığımıza bağlamakta ve iktisadi zayıflığı da milli mefkureden
yoksun olmamıza bağlıyor. Bu noktada O, sınıfsal gelişmeyi, iktisadi
kalkınmaya, iktisadi kalkınmayı ise, ulusal bilincin gücüne
dayamaktadır. Gökalp’in Türk toplumunu yeni bir ulusal bilinç altında
Batı uygarlığı içinde kendi kültürünü koruyarak birleştirmek için çaba
harcadığını görmekteyiz.
Gökalp, Türkiye’yi feodal üretim tarzından kurtarmak, çağdaşlaşmak ve
sanayileştirmek istemektedir. Bunu yaparken de ‘milli vicdan’ dan
yararlanmayı düşünmektedir. Durkheim’in solidarizm (dayanışmacılık)
anlayışını ‘milli iktisat’ ülküsüyle çelişir görmediği için ‘milli
sermaye’nin kamusal nitelik kazanmasını sağlayacak öneriler getirdi.
Bu nedenle –gençliğinde ağalık düzenine karşı tavır aldığı gibi –
sermayenin tek elde ellerde birikme tehlikesine karşı da il ve
belediye meclislerinden itibaren aşağıdan yukarıya örgütlenerek bir
tür kapitalist olmayan kalkınma yolunu önermiştir.
Gökalp Türkiye’de pozitivizm ve laikliğin temsilcisi olarak
görülebilir. Diğer yandan Gökalp, Comte-Durkheim çizgisinden bir sapma
göstererek, dinin kültürel olarak etkisi altındadır. Yani, dine
Avrupalı sosyologlardan daha fazla önem vermekte, pozitivizme
yakınlığı ile mistizme olan yakınlığı çatışmaktadır. Dini, toplumsal
bir olgu olarak benimseyen ve ona ulusal bir renk vermeye çalışan
Gökalp, bir anlamda cumhuriyet döneminde dinde reformist hareketlerin
güç kaynağıdır. Tüm bunlarla birlikte, laikliğin başlıca savunucusu
olmuş ve bu ilkeyi altı ok ile CHP ve anayasanın ilkeleri arasına
koydurmuştur.
Gökalp, ‘ulusal bilinç’i ve toplumbilimini pozitivist bir biçimde
topluma sunmuştur. Bunları yaparken de bilime önem vermiştir. Zaten O,
bu yüzden Durkheim’ci görünür.
O’nun öne sürdüğü şu düşünce O’nunla çelişmektedir. O, batının yalnız
tekniğini ihraç etmeden bahsediyor ve geriye kalan kısmın ise, ulusal
özelliklerden beslenmesini belirtiyor. Eğer iki kültür arasında
etkileşim başlayınca, bu günlük yaşamın tüm alanlarını da kapsar.
Özellikle bu, günümüzde iletişim sayesinde daha da
belirginleşmektedir.
Ziya Gökalp sosyolog ve düşünür olarak, II. Meşrutiyet’ten beri Türk
düşün hayatının ilk sıralarında yer almaktadır. O’nun bu başarısı,
Türk sosyolojisine kazandırdığı ‘bağımsızlık’tan ve Türkiye’nin
sorunlarına getirdiği açıklamalardan kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin
hala ulusal kimlik, milli ekonomi, çağdaş-laik, kamucu-bireyci toplum
modellerini tartışıyor olması, O’nun sosyolojiye yüklediği görev
doğrultusunda, geleceği görebilme yetisinin bir ürünü olarak
karşımızda durmaktadır. O’nun düşüncelerinin hala tartışılıyor
olmasının bir başka nedeni ; Türkiye’nin toplumsal yapısında meydana
gelen değişmeleri çok iyi gözlemlemesi ve ortaya çıkan sorunlara geniş
bir tarihi perspektiften bakmasından kaynaklanmaktadır. Bir başka
neden ise, Gökalp’in aktardığı sosyoloji ekolünün ürettiği sosyolojik
bilgilerin sınırlı da olsa, Türk toplumunda ortaya çıkan sorunlar
karşısında etkin olmasıdır. Ele aldığı ve çözüm önerdiği konular,
Türkiye’nin hala gündemindedir ve hala hiçbir sosyolog veya düşünür bu
sorunlar karşısında O’nun kadar başarılı ve uygulanabilir bir çözüm
önerisi sunamamıştır. Bunun için O, gündemdeki yerini koruyacaktır.